Osmanlı’da En Çok Toprak Kaybedilen Dönem: 2. Abdülhamit Dönemi

Anadolu’da 19. Yüzyıldan bu yana devam eden demokratikleşme mücadelesinde kuşkusuz 2. Abdülhamit döneminin İttihatçılar ve Monarşistler kavgası önemli er tutmakta. Bu öyle bir kavga ki, günümüze kadar zuhur eden tartışmaları da beraberinde getirmiş. Özellikle ideolojik merkezli tartışmaların dışında, bazen kişisel başarılar veya başarısızlıklar bile tartışılır olmuş. Abdülhamitçiler, İttihatçı iktidarın görevde olduğu süre(1908-1918) içindeki kayıpları gündeme getirip 2. Meşrutiyetin zararlılığına ikna çabası gösterirken, buna karşılık İttihatçılarda, 2. Abdülhamid’in tahtta bulunduğu süreçte en çok toprak kaybeden padişah olduğuna vurgu yapar dururlar.

Peki bu doğru mu? Abdülhamid gerçekten en çok toprak kaybeden padişah mıdır?

Eğer bu iddianın doğru olmadığı ve bu rekorun başka bir padişahta olduğunu okumak için buradaysanız, kusura bakmayın. Padişahları görevde olduğu sürelere göre değerlendirecek olursak, bu iddia doğrudur. Yani evet, 2. Abdülhamid Osmanlı tarihinde en çok toprak kaybeden padişahtır.

Peki ama neden? Bu kayıplarda 2. Abdülhamid’in ne kadar rolü var ve şanssızlıkları neler, biraz bunlara bakmak isterim.

2. Abdülhamid’in en büyük şanssızlığı tabiî ki dağılma dönemini padişahlarından olması ve bu dönem padişahları arasında da 2. Mahmud’un önünde az farkla en uzun süre tahtta kalan olması(2. Abdülhamid(32 yıl 8 ay) 2. Mahmud(30 yıl 11 ay))

Yıl 1876, 34. Osmanlı Padişahı ve Sünni camianın 113. halifesi olan 2. Abdülhamid tahta çıkar. Batıya karşı dengeci, doğuya karşı ümmetçi ilkeleri benimseyen halife, ülke içindeyse 1. Meşrutiyet'in çoğu kazanımlarını bertaraf ederek monarşiyi güçlendirecekti. Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi 5. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına tanık olmuştu. Kuşkusuz bu yaşananlar onu derinden etkilemişti.

Tahta çıkışından yalnızca bir yıl önce devlet, borçlarını bile ödeyemeyecek hale gelir ve moratoryum(borçlunun, ödeme gücünü kaybetmesi nedeniyle borçlarını ödeyemeyeceğini ilân etmesi) ilan eder. Yüzyıllardır devlet ağır vergilerle halkı felç etmiştir ama buna rağmen borçlarını ödeyemez haldedir. Sürekli dışarıda savaşlar ve içeride isyanlarla uğraşmaktan, zamanında alınan borçlar düzgün kullanılamamıştı.

Ekonomik sıkıntıların yanı sıra Balkanlarda ve Anadolu’da etnik gerilim hat safhadadır. Geçmiş yüzyıllarda, yakın coğrafyalarında güçlü bir müttefik bulamayan ve bu yüzden isyanları pasif ve küçük kalan halklar, artık güçlü bir Rusya’nın Anadolu ve Balkanlara yaklaştığını görerek isyanlarını büyütüyor ve sıklaştırıyordu.

Bütün bu sıkıntılı ortamlar Monarşinin miadını doldurduğunu gösteriyor ve vatandaşlarda cumhuriyet fikrini, kimilerindeyse meşruti monarşi fikirlerini güçlendiriyordu. Böyle bir ortamda sıkıştığını hisseden hanedanlık tabi ki bu arzuları dindirebilmek için yeni gelişen taleplere cevap vermek zorunda kalacaktı. Fakat Hanedanlık tamamen gücünü yitirmek istemediği için cumhuriyeti değil meşruti monarşiye halkı razı edecekti ve 1877’de ilk meclis açıldı fakat bu göstermelikti, egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı.

Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Rusya, içinde Osmanlı’nın da yer aldığı Batı ittifakına yenilmiş ve Avrupa’dan bir süreliğine yalıtılmıştı. Rusya, dikkatini bu dönemde Kafkasya’daki direnişleri kırmaya ve Orta Asya'daki hanlıkların topraklarını ele geçirmeye(1866-1876) odaklamıştı. Bu arada dönemin süper güçleri İngiltere ve Fransa'nın dikkatiyse 1871'de Almanya ve İtalya'nın birleşmesiyle Avrupa kıtasında oluşan yeni dengelere yönelmişti.

Dönemin süper güçleri İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’ya bakışı Rusya sayesinde olumludur. Osmanlı güçlü kalmalıdır ki Rusya daha fazla aşağı inemesin. Yani Batı, Osmanlıyı Ruslara karşı bir set olarak kullanıyordu. Zaten bunun en büyük örneği Kırım savaşında Osmanlı-Fransa-İngiltere koalisyonunun Ruslara karşı birlikte savaşıp onları durdurmasıdır. Bu Rusya için büyük bir felakete sebep olmuştur. Tıpkı Soğuk savaş sırasında Komünizmin Ortadoğu’ya sıçramasından korkan ABD’nin Türkiye’yi kullanması gibi bir hal vardı ortada.

1875 tarihli moratoryum ilanı tabi ki Osmanlı’dan alacaklı olan batılı devletleri rahatsız etmiştir ve ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başlayacaktır. Bu erteleme kararları yeni borçlanmalarında önüne geçtiği için balkanlardaki isyanları bastırmak ve güvenliği sürdürmek için yeni bir mali planlamaya gitmek imkansızlaşmıştır.

II. Abdülhamit tahta çıkmadan hemen önce başlayan Sırbistan, Karadağ-Osmanlı savaşı, ve daha öncesinden başlayan Bulgar ve Hersek isyanları, Rusların tekrar bu bölgeye yönelmesine sebep olacaktır. II. Abdülhamit tahta çıktığı sırada Sırplar iyice zor durumdadır ve bu yüzden Ruslar savaşın hemen bitmesi için ültimatom gönderir ve Osmanlı, muharebeleri kazanmış olmasının nimetlerinden faydalanamadan geri çekilmek zorunda kalır.

Osmanlı’nın Balkanlardaki eyaletlerinin statüsünü ayarlamak için Avrupa ülkelerinin baskısıyla İstanbul'da 23 Aralık 1876 tarihinde Tersane Konferansı toplanır ve konferansta Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık, Bulgaristan ve Bosna-Hersek içinse özerklik kararı alınır. Batılı devletler hem moratoryum ilanından dolayı hem de Bulgar isyanlarının bastırılma şeklinden dolayı Osmanlı’ya karşı tepkiliydiler ve bu konferansa da yansımıştı. Osmanlı Devleti 18 Ocak 1877 tarihinde bu kararları haliyle reddedince, Rusya 24 Nisan 1877 tarihinde(2. Abdülhamid tahta çıkalı 8 ay olmuştur) Osmanlı’ya savaş ilan eder ve 93 Harbi başlar.(93 harbi denmesinin sebebi savaşın rus takviminde 1293 yılına denk gelmesindendir)

Sırbistan ve Karadağ tüm gücünü Ruslara çeviren Osmanlı’ya saldırır ve az sayıda kalan askerleri rahatlıkla yenerek topraklarını daha da genişletirler. Bulgaristan ve Hersek’teki isyanlarsa iyice büyür. Tabi bu sıralarda balkanlardaki Müslüman halkların savunmasızlığından faydalanan çeteler pek çok Türk’ü, Boşnak’ı, Pomak’ı ve Arnavut’u katledecektir.

Rus orduları Balkanlar ve Kafkasya’da Osmanlı’yı bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum'u, batıdaysa Bulgaristan'ın tamamı ile Trakya'nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal etti.

Meclis-i Mebusan'da hükumetin savaş politikalarına yöneltilen tenkitler üzerine 2. Abdülhamid, meclisi 18 Şubat 1878'de tatil etti. Takip eden 30 yıl boyunca da meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi kâğıt üzerinde de olsa muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya dayanarak meclissiz yürürlüğe koydu. Savaş bittikten sonra bile meclisin geri açılmaması, bu savaşın Abdülhamit tarafından fırsata çevrilip yetkilerini genişletme olanağı olarak kullanıldığı şeklinde yorumlandı.

Rusların İstanbul’a kadar gelmesi ve şehri işgal edecek olması tehlikesine karşı Osmanlı hemen barış istedi. 93 Harbi, İstanbul surları dışındaki Ayastefanos'ta karargâh kuran Rusların dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Anlaşma adeta 19. yüzyılın serviydi.

Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan Batılı devletler karşı çıktılar ve Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşmasını Rusya’ya dikte ettiler ve imzalandı. Rusya, Batıya karşı yeniden savaşmayı Kırım Savaşı(1853-1856) deneyiminden dolayı göze alamayıp yeni antlaşmaya razı oldu. Yine ağır bir antlaşmaydı elbet ama Ayastefanosa kıyasla daha makuldü. Zaten daha makul olduğu için batılılar Rusya’nın güçlenmesini önlemek adına yeni antlaşmayı uygun gördüler.

II. Abdülhamit henüz ilk yıllarında bu zor antlaşmalarla karşı karşıya kalmış ama Batının Rusya endişeleri sayesinde Balkanlardan tamamen kopmaktan kurtulmuştur. Yinede Karlofça’dan(1699) sonra Osmanlının Balkanlardaki en büyük geri çekilmesini imzalamış oldu. Çok toprak kaybedilse de bu kaybedilenler daha sonrakilere kıyasla hiçbir şeydi. Daha sonra da nüfusu seyrek ama geniş topraklar kaybedilecekti. Balkanlar gibi sık nüfuslu değil.

İngilizler 93 Harbi'nin sonuna doğru bazı emellerini gerçekleştirmek için harekete geçtiler. Kıbrıs, doğudaki sömürgelere ulaşmak ve kontrol etmek için önemli bir yerdi ve Osmanlı’dan talep ediliyordu. Rusların Anadolu'daki gayrimüslimleri ve Levant-Mezopotamya halklarını Osmanlı’ya karşı kışkırtabileceği iddia edilip böyle bir durumun Osmanlı’nın sonu olacağını İngilizler Osmanlı’ya bildirmiştir. Çözümün işbirliği olduğunu iddia eden İngilizler, bunun karşılığında Osmanlı’dan iki talepte bulundu, ilk talep Hıristiyan azınlıkların hâlinin ıslahı, ikinci talepse İngiltere’nin Rusları işgal ettikleri yerlerden çıkarmak ve Osmanlı topraklarını tecavüzden korumak taahhüdünü yerine getirebilmesi için İngiltere’ye Osmanlının Suriye veya Anadolu sahillerine yakın bir yeri vermesidir. Birde üstüne eğer “Ruslar işgal ettikleri yerlerden giderlerse, bizde Kıbrıs’tan gideceğiz” denmiştir.

Maalesef 2. Abdülhamid ikna edilir veya ikna olmasa bile Rusya’ya karşı Ayestefanos yerine Berlin anlaşmasını imzalamasını sağlayan batının lideri İngiltere’ye karşı çıkacak gücü kendinde göremez. Medya’da sıkı bir sansür dalgası başlatılır ve adeta “Kıbrıs” kelimesi gazetelerde “burun” kelimesinde olduğu gibi yasaklanır.(2. Abdülhamid'in burnu ile çok dalga geçildiği için "burun" kelimesi de medyada yasaktı)

Kalıcı olacağı çok bariz olduğu halde İngilizler geçici bir kiralama olduğunu söyleyip durdular. Fakat 1. Dünya Savaşı'na Osmanlı dahil olunca Kıbrıs’ı ilhak ettiklerini ilan ettiler. Burası İngilizlerin doğu milletlerini sömürmesi, 1. ve 2. Dünya Savaşlarında donanmasını muhafazası, Ortadoğu’daki işgalleri yürütmesi ve Soğuk Savaş'taki batı bloku adına faaliyetleri için muazzam iş gördü. Yıl oldu 2020 ve halada İngilizler adadan gitmediler, Rumların isyanlarına karşılık onlara bağımsızlık verirken anlaşmada askeri üstlerini muhafaza ettiler. Yani bu tavizin etkisi hala bitmiş değil ne yazık ki.

Kıbrıs skandalından sonra bir de Bosna-Hersek şoku gelmiştir.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı’nın kısmi özerk bölgesi olan Bosna-Hersek'te kavimler arasında asayişi sağlayamadığını ve bu durumun kendilerini rahatsız ettiğini söylemiş, bunun üzerine İngilizler, Bosna-Hersek’e müdahaleyi önermiştir. Adeta Avusturya-Macaristan'ın işgaline izin verilmiş, Yenipazarsa Osmanlı'ya bırakılmıştır. Bu kararın ardından Osmanlı birebir Avusturya-Macaristan ile müzakerelere girse de Avusturya-Macaristan'ı müdahale kararından geri çevirememiştir. Müdahaleye karşı koyan Osmanlı ordusu değil bölgede yaşayan Boşnaklar ve bir kısım anti-katolik Sırplar olmuştur. Onların sert direnişi sayesinde Bosna’nın tamamına yerleşmek 3 ay(29 Temmuz-20 Ekim 1878) sürmüştür. Boşnak ve Sırp direnişi olmasa bölgenin kaybı Kronolojik sıralamada Kıbrıs’tan önce geliyordu ama onlar sayesinde Kıbrıstan sonrasına denk geldi. Bosna-Hersek fiilen Avusturya-Macaristan kontrolüne girse bile hukuken hala Osmanlı’ya bağlı özerk bölge idi. Avusturya’nın kağıt üstündeki görevi orada asayişi sağlamaktı. Burada yine İngiltere’nin Kıbrıs meselesinde olduğu gibi Avusturya-Macaristan karşısında da galip çıkacak gücün kendimizde olmadığı düşünülerek, bölgedeki Boşnak ve Sırp direnişçiler yalnız bırakılır. Ama onlar çok bekledikleri Osmanlı ordusu desteğe gelmese bile Habsburglara 3 ay direnmeyi başardılar.

Bundan sonraki kayıplarsa Afrika’daydı.

Osmanlı’nın Afrika toprakları Sina’dan Tunus’a kadar ki Akdeniz kıyılarını, Nil havzasından nehir boyunca günümüzde Sudan’ın başkenti olan Hartum’a kadar olan Nil yatağını(bazı haritalarda Darfur’da dahil edilir ama Darfur bağımsız ayrı bir sultanlıktır) ve Kızıldeniz ile Aden Körfezi kıyılarını oluşturur.

Önce 1881’de Osmanlı’nın acizliğinden faydalanan Fransa bazı sınır olaylarını bahane edip Tunus’u işgal eder. 1830’da Cezayir’i işgal ettikleri için 51 yıldır Osmanlı ve Fransa sınırdaştı. Merkezi yönetim yine Bosna’daki gibi sessiz kaldı. Çünkü 93 harbi biteli 3 yıl olsa da Osmanlı hala maddi manevi etkisinden çıkamamıştı.

Bu sırada içinden çıkılmaz hale gelen borçlar Türk halkının köleleştirilmesine sebep oluyordu. Çünkü Düyun-u Umumiye kuruluyordu(20 kasım 1881). Osmanlı’nın neredeyse bütün maliyesini yönetecek olan Düyun-u Umumiye'nin idaresinde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan yer alıyordu. Çoğu verginin toplanma yetkisi Düyun-u Umumiye'ye bırakıldı. Böylelikle Osmanlı iktisadî bağımsızlığını kaybetti, yani ekonomik sömürge oldu. Düyun-u Umumiye idaresinin kurulmasıyla beraber başlangıçta Osmanlı Devleti'nin borçlarının önemli bir bölümü silindiyse de 1881'den 1908 yılına kadar hala yüksek borçlar alan Osmanlı, 12 borç sözleşmesi imzaladığı için dış borçlanma sürdü. Zaten yüzyıllardır İstanbul’a vergi vermekten pestili çıkan Anadolu, şimdi daha da acımasız vergi memurlarıyla karşı karşıyaydı. Yurttaş vergi memurları acımamıştı vergi toplarken şimdi yabancı mı acırdı haline?

1881’deki felaketler bununla sınırlı değildi. Ayastefanos'ta Teselya Yunanistan’a bırakılıyordu ama Ayastefanos’un iptali yüzünden Teselya’yı alamayan, yani Berlin anlaşmasını hazmedemeyen Yunanlar saldırıya geçecek ve adeta yok denecek kadar az bir direnişle karşılaşacaklardı. Hem Tunus’ta hemde Teselya’da Osmanlı izlemekle yetindi. Yunanlardan Rusya yüzünden çekinilmişti.

İçişlerinde bağımsız dış işlerindeyse Osmanlı’ya tabi olan Kavalalı hanedanlığı yönetimindeki Mısır Hidivliği, Osmanlı’dan çok daha önce borçları yüzünden Düyun-u Umumiye kurmuş ve çok daha önce batının oyuncağı haline gelmişti. Fakat bu kurumun istekleri o kadar ağırdı ki, o zaman ki Hidiv olan İsmail Paşa kurumun talepleriyle bir türlü uzlaşamıyordu. Batılıların 2. Abdülhamid’den isteği üzerine İsmail Paşa 1879’da tahttan indirildi ve oğlu Tevfik Paşa başa geçti. Tevfik paşa İngiltere ve Fransa'nın denetiminde Mısır'ın yıllık gelirinin yarısının borçların ödenmesine ayrılmasını kabul etti. 1882'de kurulan Mahmud Sami el-Barudi Hükûmetinde, Savaş Bakanı olan milliyetçilerin önderi Arabi Paşa'nın saygınlığının iyice artması üzerine, İngiltere ve Fransa'dan yardım istedi. İngiliz donanmasının İskenderiye'yi bombalaması üzerine, Muhalefet tarafından hain ilan edilen Tevfik Paşa İngilizlere sığınmak zorunda kaldı. Mısır'ı işgal eden İngilizler, Mısır Ordusunun Başkomutanı Arabi Paşa'yı bozguna uğratarak milliyetçi hareketi ezdiler. Tevfik Paşa Hidiv olarak yeniden Kahire'ye döndü. Bundan sonra da Hidivliğini işgal güçlerinin denetimi altında sürdürdü. Mısır artık Osmanlı’nın değil tamamen İngiltere’nin sömürgesi oluyordu.

İngiltere ve İtalya daha sonra Kızıldeniz kıyıları boyunca Mısır Hidivliği eliyle ilerleyecek ve Aden kıyılarını İngilizler 1884’te, güney Kızıldeniz kıyılarını ise İtalyanlar 1885’te yeni kolonileri haline getireceklerdi. Bu eski Osmanlı kıyıları Mısır Hidivliğinden ayrı olarak %100, yani doğrudan sömürgeydi. Ancak daha Teselya’ya sahip çıkamayan Osmanlı’nın o kadar güneydeki kıyılara ulaşacak donanması bile yoktu. Zaten irtibat kopalı da çok olmuştu aslında. Yani zaten sadece kağıt üstünde Osmanlı kıyılarıydılar.

18 Kasım 1885 tarihinde savaşsız bir ihtilalden sonra Berlin antlaşmasında Osmanlı’nın özerklik verdiği Doğu Rumeli Eyaleti, Bulgaristan Prensliği'yle bütünleşti. Osmanlı ise yine bu eyaletteki ihtilale müdahalede bulunmadı, böylece genç Bulgaristan’ın sınırları direniş görmeden muazzam ölçüde genişledi. Makedonlarda bu sıralarda kendi paylarını almak için isyanlara başladılar ama bu isyanları pasifti.

1877-1885 arası Osmanlı, adeta ilkokul kantininden yeni bisküvi almış ama bisküviyi gören otlakçı sınıf arkadaşlarının çoklu hücumu neticesinde hepsine aynı anda ses çıkaramayacağı için ses çıkarmayıp bütün bisküvilerini kaptıran çocuk gibiydi. O sınıf arkadaşlarıysa Rus, İngiliz, Fransız, Habsburg, İtalyan ve diğer balkan devletçikleriydi.

Ortalık bir süre sakinken doğuda Ermeni isyanı(1891-1895) patlak verir ve batıyla ilişkilerin tekrar bozulmasına sebep olan katliam iddiaları ortaya çıkar. Kızıl Sultan lakabı da buradan çıkar. Fakat yine batı tek taraflı bakıyordur. Aslında her iki cenahta savaş suçu işliyordu. Tıpkı Bulgar isyanında olduğu gibi. Ama batı tek bir tarafınkini görüyordu.

İlginçtir ki 2. Abdülhamid, Ermeni isyanının yaşandığı dönemin ortasında giyim kuşamla ilgili düzenlemelere gider ve 2 Nisan 1892 tarihinde Müslüman kadınların, matem tutan İsevilere benzedikleri gerekçesiyle belden bağlanmış siyah çarşaf giymeleri yasaklanır.

1897’de 2. Abdülhamit döneminin tek zaferle sonuçlanan savaşı olan 30 gün savaşı yaşanır.

Öncesinde 1896 yılının sonlarında Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Girit adasındaki Rumlar isyan etti. Bunun üzerine 21 Ocak 1897'de Yunanlar Girit'e çıkarak adayı Yunanistan'a bağlamak istediler. Ancak Yunanlar Avrupalıların baskısıyla geri çekildiler. Yunan çeteleri bu seferde Teselya ve Epir’de sınır ihlalleri yapınca sabır taşar ve Osmanlı’nın açtığı savaşta Yunanlar büyük bir hezimete uğrarlar. Hem Epir’den hemde Teselya üzerinden Osmanlı ordusu Atina’ya doğru ilerlemektedir. Sadrazam Halil Rıfat Paşa, II. Abdülhamid'e Atina'ya girilmesi için ricada bulunur. Çünkü Yunanlar darmadağın olmuştu ve Atina’yı savunacak halleri kalmamıştı ama 2. Abdülhamid, Rus çarı 2. Nikolay’ın savaş tehditleri doğrultusunda işgal edilen tüm noktalardan geri çekilme emri verdi ve böylece büyük bir kazanımdan olduk. Üstelik savaş sonrası İstanbul antlaşmasıyla(4 Aralık 1897) Girit’e de özerklik verildi. Öyle bir özerklik veriliyordu ki daha sonra 1908 devrimi esnasında Girit özerk bölgesi Yunanistan’a katılma kararı alabilecek yetkiye sahipti. Anlaşma gereği, ele geçirdiğimiz bölgelerden de çekiliyorduk, Yunanistan sadece bir miktar savaş tazminatına mahkum ediliyordu. Yani sahada kazanırken masada kaybetmiştik, çünkü yine Rusya’yla yeni bir savaşı göze alamamıştık.

Bir sonraki kayıp 1899’da Kuveyt Emirliği olmuştu.

Kuveyt Emirliği, Osmanlı'ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek bir durumdaydı(bu hep böyle olmuştu). Vergi vermeyen Kuveyt'te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Emiri Mübarek el-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasî temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere'den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı. Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silâh alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Emiri'ne karşı rakibi İbnürreşid’i destekledi ve Osmanlı ordusu Kuveyt’e doğru yola çıktı ama İngilizlerden çekinen 2. Abdülhamid daha sonra orduya geri dönme emri verdi. Böylece Kuveyt artık Osmanlı’nın elinden tamamen çıkıp İngilizlerin üssü oldu.

Vee… iki yıl sonra 1901 yılında şu meşhur Theodor Herzl görüşmesi gerçekleşir. Herzl, Avrupa’da Yahudilerin yaşadıklarından dert yanar durur ve 2. Abdülhamid’den 2. Beyazıt gibi Osmanlı’nın kapılarını Yahudilere açmasını ister. Herzl, daha sonra Daily Mail gazetesine verdiği röportajda görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid'den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade eder. Bu görüşmede Herzl'e bir Mecidiye nişanı da verilir. Yahudilerin nereye yerleştirileceği konusunda bir anlaşma yoktur aslında. Sadece istekler vardır ama karar yoktur bu konuda.

Bu görüşmenin esasında bir sığınma talebi olduğunu, herhangi "toprak satın alma" talebinin olmadığını ayrıca vurgulamak gerekir. Çünkü bu çok bilinen yanlışlardandır.

1905 yılında Hicazın güneyinde yaşanan Zeydi isyanı dışında yeni yüzyıl kısmen sakindi. Ta ki 1908 devrimine kadar. Uzun süre savaşlar yüzünden dikkatini dışarıya vermiş subaylarımız, bu savaşsız süreçte iç meseleleri daha çok düşünür ve konuşur hale gelmişti ve nihayet 1908'de İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. Bu baskıların üzerine 2. Abdülhamid, 24 Temmuz 1908'de daha önce 93 harbi bahanesiyle yürürlükten kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis, sonunda 30 yıllık zorunlu tatilin ardından tekrar 17 Aralık 1908'de açıldı. Fakat sanılanın aksine 2. Abdülhamid henüz tahttan indirilmedi, sadece bazı yetkilerinden feragat etti.

II. Meşrutiyet ilan edilince, bunun Bosna-Hersek'e etkilerinden korkan Avusturya-Macaristan 5 Ekim 1908'de Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini duyurmuştur. Osmanlı Devleti, buna itiraz etse de 26 Şubat 1909'da İstanbul'da imzalanan protokolle Bosna-Hersek'i n Avusturya-Macaristan'a katılmasını tanımıştır. Zaten Avusturya 30 yıl önce bölgeye asayişi sağlamak adı altında girmişti ama bu şimdi ilhaka dönüşüyordu. Yani fiili durumu hukuki boyuta da taşımıştı.

Berlin antlaşmasıyla içişlerinde bağımsız dışişlerinde Osmanlıya tabi Bulgaristan’sa Avusturya’dan cesaret alarak tam bağımsızlığını ilan etti.  Girit özerk bölgesiyse fırsatı değerlendiren diğer bölge olarak Yunanistan’a katılma kararı aldı.

3 toprak kaybı birden gerçekleşmişti, Avusturya’nın ilhakı domino etkisi yaratmıştı. Aslında içinde bulunduğu karışıklığa rağmen Osmanlı karşılık verebilirdi, nede olsa hem ülke içinde hemde ülke dışında aynı anda mücadele edildiği Osmanlı tarihinde sık görülür ama bu 3 kopuşun hepsi de zaten Osmanlı’nın fiilen hakim olmadığı sadece kağıt üstünde kendisinin gözüken yerlerdi. Günümüz Kırım’ın fiilen Rusya’ya hukuken Ukrayna’ya ait olması gibi. Yada Dağlık Karabağ’ın fiilen Ermenistan’a ama hukuken Azerbaycan’a ait olması gibi. Bu yüzden bu kayıplar karşılık verilebilecek kayıplar değildi.

31 mart vakasının ardından Meclis-i Umumî Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan 27 Nisan'da 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi, yerine 5. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırdı. Ayrıca 2. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da mahzurlu bulunarak Selanik'te oturması münasip görüldü. Divan-ı Harp, 2. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti bunu kabul etmedi.

Üç sene Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ev hapsinde tutulduktan sonra II. Abdülhamid, 1912'de 1. balkan savaşının patlak vermesi yüzünden İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. 10 Şubat 1918'de İstanbul'da vefat etti.

27 nisan 1909’da Abdülhamid tahttan indi ama Toprak kayıpları yine devam etti, balkan savaşları(1912-1913) ve 1. Dünya savaşında(1914-1918) Abdülhamid devri kadar olmasa da yine kayıplar tam gaz devam etti, ta ki Kurtuluş savaşına(1919-1922) kadar.

2. Abdülhamit’te, Enver Paşa’da, Atatürk’te yedi düvele karşı mücadele ettiler. Hepsinin de imkanları kısıtlıydı ama sadece birinde bu geri çekilme son buldu. İşte buda Atatürk'ün farkı.

YORUM EKLE