İran Şiilere Liderliği Ne Kadar Sürdürebilir ve Bedeli Neler Olabilir?

Dünyada tarihsel sürece baktığımız zaman bir ideolojinin yayılması ancak o ideolojiye büyük bir ülkenin sahip çıkmasıyla mümkün hale geliyor. Çünkü büyük bir ülkenin ideolojik liderliği olmadan küçük ülkeler rakip ideolojilerin altında kolaylıkla ezilebiliyorlar.

Buna en iyi örnek komünizmdir. Karl Marx’ın öğretisinin bir türlü gerçekleşmediği ve 70 yıl sonra tam umutların tükendiği bir anda Lenin sosyalizme can vermiştir. Bolşevik devrimin ardından başta Hollanda, Macaristan ve Almanya olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi başarısız olsalarda devrim denemelerinde bulunmuş ancak hiçbiri Rusya gibi başarılı olamamıştır. Ancak Avrupa dışındaki Moğolistan 1924’te başarılı olacak ve ikinci devrim ülkesi olacaktır. Nihayet İkinci Dünya Savaşından sonra Faşizmin zayıflamasıyla oluşan boşlukta Sovyetler Birliğinin liderliği hissedilir hale gelecek ve dağılana kadar başta Doğu Avrupa ve Uzak Doğu olmak üzere dünyayı inleteceklerdir. Ancak günümüzde büyük bir komünist devlet kalmadığı için Küba, Eritre, Kuzey Kore, Trandinyester ve Nepal gibi ufak sosyalist ülkeler büyük liberal devletlerin altında daha kolay ezilir oldular.

Bu örnekten yola çıkarak günümüz siyasal Şiiliğinin yükselişine bakmak istiyorum. 1979 yılında ABD destekli İran şahı Rıza Pehlevi, Ayetullah Hümeyni önderliğindeki İslam devrimiyle tahtından indirilecek ve en çok Şii’nin yaşadığı İran artık ABD safından çıkacak ve ezilen halkların lideri olmaya çalışacaktı. Tabi ki lider olmanın veya olmaya çalışmanın ağır bedelleri de olacaktı.

Tıpkı Bolşevik devrimden sonra Avrupa’da başarısız bazı devrim girişimleri olması gibi İran’daki devrimde umutları arttıracak, böylelikle Bahreyn ve Irak’ta da devrim denemelerine neden olacaktı. Ama buralarda henüz başarı sağlanamayacaktı.

Şii toplumlar tarihin çoğu evresinde ezilen azınlıklar oldular. Arap yarımadasında hep azınlıkta kaldılar ve farklı zamanlarda çeşitli hükümdarların baskılarıyla uğraştılar. Pek çok yerde sapkın olarak görüldüler ve katledilmelerinin vacip olduğu söylendi.

Çok eskiye gitmeye gerek yok. Şuan ki 250 milyonluk Şii toplumlarının sadece son birkaç on yılına bakarsak zaten pek parlak şeyler görmeyiz. İran zaten ABD destekli şahlar tarafından sömürge halindeydi. En çok Şii’nin yaşadığı ikinci ülke olan Hindistan'da ise Müslüman-Hindu çatışmalarında bağımsızlıktan bu yana 1 milyon insan ölmüştü. Arap yarımadasındaki ülkelerde sürekli Selefilerin hedefi oldular. Irak’ta Baas Partisin azınlık diktatörlüğünde onlar hep dışlandı. Lübnan’da ise Hristiyan çoğunluğa karşı alt statüden çıkmak için 15 yıl savaştılar. Pakistan ve Afganistan'daki varlıkları çeşitli zamanlarda büyük soykırımlara uğradı ve hala uğruyor. Azerbaycan’da da Sovyet döneminde din karşıtı yoğun bir baskı ve propaganda vardı. Bu sorunlu durumlar neredeyse 1400 yıl birkaç istisna dışında hep böyle oldu ve Abbasilerden Osmanlıya Eyyübilerden Selçuklulara bu hiç değişmedi. Böyle bir geçmişin üstüne şuan zar zor elde ettikleri statülerini, kolay kolay bırakmayacaklardır tabi ki.

2015’te İranlı bir milletvekili “Arapların 3 başkenti şuan bizim elimizde” diyordu ve burada kastettiği Şam(Suriye), Sana(Yemen) ve Bağdat(Irak) idi.

Tabi ki sapkın olarak görülmenin getirdiği yüzyıllardır süren kötü bir geçmişi tersine çevirmeye çalıştıkları için onları takdir etmek gerek ama bunu yapmaya çalışırken izlenilen yöntem insanları ister istemez tedirgin edebiliyor.

İran’da başlayan yükselişin ardından ikinci yükseliş beklendiği gibi Irak’ta değil Lübnan’da gelecekti. Lübnan İç Savaşı(1975-1990) sırasında 1982 yılında kurulan Hizbullah, Filistin Kurtuluş Örgütü ile birlikte Lübnan’da, başta Falanjist Kataeb Partisi olmak üzere Hristiyan partilerle savaşırken bir yandan da İsrail askerlerini ülkeden çıkarmaya çalışacaktı. Büyük oranda İran ve Suriye desteği sayesinde hem Falanjistleri yenecek hem de en sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan’dan çıkaracaklardı. Bu süreçte onlar İsrail’le savaştıkları için Suriye ve İran’dan büyük bir destek alacak ve gitgide büyüyecek ve en sonunda Lübnan ordusundan bile güçlü hale geleceklerdi. Suriye savaşındaki kayıpları yüzünden belki hala Lübnan ordusundan bile güçlü olmayabilirler ama yinede bir denge söz konusu.

1996-2001 arasında Afganistan’da iktidarda yer alan Taliban, o dönem ülkedeki Şii Hazaralara karşı inanılmaz bir katliam gerçekleştiriyordu. 2001 yılında ABD işgali sonucu Taliban ve El-Kaide üyelerinin pek çoğu Pakistan’a kaçacak ve bu seferde Pakistan'daki Hazara mültecileri öldüreceklerdi. Taliban’ın devrilmesi Hazaraları oldukça rahatlatmıştı ama işler yine eskiye döndü. Hazaraların Afganistan’da ki tarihi hep bu tür katliamlarla dolu örneğin 1893 yılında dönemin Peştun asıllı padişahı olan Abdurrahman Han, Hazaraların %62’sini katletti ve Hazaraların genç, kız ve oğullarını Araplara köle olarak sattı.(Hazaraların kökeni Cengiz Han döneminde bölgeye gelen Moğollara dayanır)

2005 yılında ise en çok Şii’nin yaşadığı  4. ülke olan Irak’ta ABD işgali sonrası gerçekleşen ilk seçimleri beklendiği gibi Şii partiler kazanacak ve artık Irak’tada siyasi yön hızla değişmeye başlayacaktı. Irak artık İran’ın önünde ki bariyer olmaktan çıkacak ve koruyucu kalkana dönüşecekti. ABD hem Irak hem de Afganistan’da ki üsleri sayesinde İran’ı kuşatma altına almıştı ama bu İran için caydırıcı olmamıştı ve halende olmuyor.

Siyasal Şiilik asıl yükselişiniyse Arap baharının patlamasıyla gerçekleştirecekti. Yemen’de Ali Abdullah Salih’in istifa etmesinin ardından oluşan boşluğu Şii Ensarullah Hareketi yani Husiler dolduracaktı. Bir oldu bitti darbeyle 2014'te başkent Sana’yı kontrol altına alacaklar ve bir anda Suudi Arabistan’ın gözünü güneye çevirmesine sebep olacaklardı. Her ne kadar Sana ele geçirilse de Yemen’in hala büyük bir kısmının kontrol edilmesi gerekiyor.

Sırada ise Bahreyn var. Bahreyn’de ezici Şii çoğunluk karşısında körfez işbirliği konseyi sayesinde ayakta duran Sünni krallık yer alıyor.

Peki İran bunu nereye kadar sürdürebilir? Sovyet örneğini vermemin sebebi şuydu; Sovyetler Birliği 1980 yılına geldiğinde dünyanın en büyük 2. ekonomisi iken ikinciliği o yıl Japonya’ya kaptıracak ve üçüncülüğe düşmesi bir yana bu durum işlerin iyiye gitmediği algısını oluşturacaktı. Doğruydu işler iyi gitmiyordu. Çünkü Sovyetler Birliği bütçesinin %25’i savunma harcamalarına veya diğer komünist ülke ve örgütlenmeleri ayakta tutmaya harcanıyordu ama Japonya’nın böyle bir derdi yoktu. Onlar sadece teknik ilerlemeye odaklanmıştı ve herhangi bir kesimin liderliğine soyunmamışlardı. İşte bu yüzden Sovyetler Birliği, liderliğin bir bedeli olarak ekonomik anlamda ABD’yi takibi Japonya’ya kaptırıyordu.

Aynı şey bugün İran için geçerli. Nasıl ki Sovyetler Birliği kendi ülkesinin kaynaklarını başka ülkeleri ve örgütleri ayakta tutmak için heba ediyordu ve bu onun kendi halkını harap ediyordu. Şimdi de İran misyonerlikten örgütlenmeye, savaştan yaptırımlara pek çok alanda mücadele etmeye çalışıyor.

Lübnan’da Hizbullah onların sayesinde büyürken, Suriye’de başta Pakistan ve Afganistan’dan gelen gönüllülerden oluşan yeni örgütler ortaya çıkıyor. Öte yandan Irak’ta Haşdi Şabi Irak’tan çok İran’dan besleniyor. Yemen’deki Husiler’i de bu aşamaya getiren İran’dı. Suriye’de de başka ülkelerden topladığı gençleri savaştırıyor ve bunlar işin müttefik güçler kısmı.

İçerde ise farklı mücadeleleri var. Sünnilerin hakları için mücadele ettiğini iddia eden Cundullah, PKK’nın İran kolu olan PJAK, KDP’nin İran kolu İ-KDP, BKC ve BKO gibi Beluç ayrılıkçı örgütleri, Ahvaz Kurtuluş Hareketi başta olmak üzere Arap ayrılıkçılar ve diğer pek çok örgüt. Yani İran tam bir terör kazanı. Ancak İran dışarı karşı zayıf gözükmemek adına kendi iç mücadelelerini pek kamuoyuna yansıtmıyor. Demokrasinin zayıflığından dolayı da paylaşılan verilerin güvenilirliği oldukça tartışılır. Her ne kadar yiğitliğime halel gelmesin deseler de iç mücadelelerinin dış mücadelelerinden kalır yanı yok.

Bunlar iç ve dış çatışma ve savaşları ama İran’ın paraları sadece bunun için akmıyor. Misyonerlikte önemli bir kaynak tüketiyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere Afrika ve Asya da yaygın bir misyonerlik faaliyetleri var. Özellikle de Batı ve Kuzey Afrika’da –Ehli Beyt Sevgisi- adı altında sunulan programlar sayesinde pek çok bölgede gençlerin akın akın Şiiliğe geçtiği rapor ediliyor. Mesela günümüz Nijerya’sında 10 milyon Şii varmış, ayrıca mağripte Arap-Berberi kavgalarından dolayı politize olan ve Arap karşıtlığı oluşan Berberiler çok daha yoğun şekilde bu dönüşüme uğruyormuş.

Bu sorundan dolayı faaliyetlerin engellenmediği pek çok ülke körfez kralları tarafından uyarılıyor ve Somali gibi bazı ülkeler misyonerleri gördükleri yerde tutukluyorlar. Kendi misyonerlerine milyarlarca dolar harcayan Arap krallarının herkesten beklentisi ise kendi misyonerlerinin önü açılırken aynı zamanda Şii ve Ahmedi misyonerlerin önünün kapatılarak çifte standart yaratılması isteniyor. Yani herkesin Somali gibi davranmasını arzuluyorlar.

Bunların hepsini bir kenara bırakın İran için asıl büyük sıkıntı kendi sınırları içerisinde ki yönetimden soğuyan halk. Öyle ki İran halkı yönetimin aşırıcı uygulamalarından bıkmış usanmış ve bu soğuma yüzünden batı yanlılarının sayısı oldukça artmış. ABD’nin de İran’a karşı en büyük umudu buymuş.

Gaman'ın 2020 yılında yapmış olduğu araştırmanın sonuçlarına göre İran'daki müslüman olmayan nüfus müslüman olanları geçmiş ve müslüman olmayan nüfusun çoğu da sonradan dinden çıkma ateist, deist, agnostik kişilermiş. Bu dini erimenin yanında birde mezhepsel erime söz konusu.

İran’daki etkili din adamlarından biri olan Ayetullah Danişmendi, ülkedeki 2 Sünni azınlık olan Kürt ve Beluci halkları ile ilgili iki farklı görüş sunuyor. Kürtler(İran’ın %10’u) için doğurganlıklarının yüksek olduğunu ve her eve girildiğinde bir sürü çocuk sesi geldiğini söylüyor ve devlete “Sünnilerin artışı ile ilgili bir şey yapın” diyor. Kürtlerin hepsi Sünni değil tabi ki ama o bunu Sünniler için söylüyor. Beluciler(İran’ın %4’ü) içinse uyuşturucu kartellerinde etkin olmaları sebebiyle onları, hem ayrılıkçı terör örgütleri hemde uyuşturucu kartelleri üzerinden Şiileri öldürdüklerini ama kendilerininse nüfuslarını arttırdığını söylüyor. Terör örgütleri ve uyuşturucu kartelleri mevzusu Kürtler içinde geçerli. En sonunda Danişmendi, Sünnilerin oranlarını arttırmasıyla ilgili devletin bir şey yapması gerektiğini ifade ediyor. Kürt ve Beluç halklarının içinde Şii olanlarda çok ama İran’daki Sünni toplumda genelde onlardan oluştuğu için bu konuda hedef halindeler.

Dini konularda ki tabloya bakınca İran’daki rejimin varlığının pamuk ipliğine bağlı olduğu ve aşırı cezai yaptırımlara bakarakta rejimin varlığını silah zoruyla ayakta tutmaya çalıştığı bir gerçek.

Nasıl ki Sovyetler Birliği silahlanma ve müttefikleri ayakta tutma adına kendi insanlarının refahını heba etti. Şimdi de İran aynı şekilde kendi insanlarının zaten ambargo yüzünden çaresiz kalmışlığının üstüne birde mevcut kısıtlı imkanlarını ve dikkatini böyle dağıtıyor. Dağıtması kötü bir şey değil tabi ki. Çünkü başka ezilenlerinde haklarını birilerinin savunması ve onları koruması gerekli ama bunun getirdiği bir yükte var.

ABD’de 1-2 milyon civarında İran kökenli yaşıyor ve çoğu Bahailik, İsevilik, zerdüştlük gibi inançların etkisinde veya hiçbirine ait değil. Aynı şekilde Avrupa’da da başta Almanya olmak üzere pek çok ülkede İranlıların varlığını hissedebiliyorsunuz. Türkiye ve Rusya’da buna dahil. Yani insanlar İran’dan kaçıyorlar ve kaçtıkları yerde Anti-İrancı oluveriyorlar. Ülke içinde evde yetiştirilen esrar veya keneviri içmekten başka hiçbir sosyal aktivitesi olmayan, sırf dinden çıkması halinde idam edilen, yönetici sınıftaki molla hakimiyetine diz çöken ve en önemlisi de ekonomik anlamda arzu ettiği seviyelere gelememiş insan yığınlarının böyle bir ortamda ülkede kalması zaten saçma olurdu.

1980’li yıllarda Sovyet insanlarının ekonomik tatminsizliği onların ülkelerinin izlediği yola inançlarını kaybetmesine ve 1991 yılında ki Gorbaçov’a yönelik darbe girişimine karşı çıkıp Kremline doğru ilerleyen tankların önünde durmalarına ve üstlerine doğru yürüyen tankları itmeye çalışmalarına sebep olmuştu. Bu darbe girişimi halk yüzünden başarısız olunca Sovyetler Birliği’ninde dağılması kaçınılmaz olacaktı. Gorbaçov seksenli yılların sonlarında ülkeyi komünizmden çıkartıp liberalizme sokmaya çalışıyordu ve bu yüzden darbenin hedefi olmuştu ama darbe halkın direnişi yüzünden başarısız olmuştu.

Şimdide İran insanlarını kendi rejiminden soğutuyor. Bir dış veya iç savaş yada devrim veya darbe durumunda molla iktidarının halktan destek alması ve halk karşısında ayakta kalabilmesi çok zor.

Suudi Arabistan’ın, Lübnan İç Savaşı sırasında İsevi falanjistlerden oluşan Kataeb Partisi ve İsrail ordusuyla savaşan Hizbullah’ı desteklemezken, Filistin intifadasında Sünni olmasına rağmen HAMAS’ı destekliyen İran’ı mezhepçilikle suçlaması ayrı bir ironi doğrusu. İran’ın yönetim tarzını kesinlikle tasvip etmesem bile, onlara yönelik mezhepçilik eleştirilerinin haksız olduğu kanaatindeyim. Çünkü İran’a karşı oluşan cepheleşme şuan ki mezhepsel gerilimlerinin üzerine oluşmadı aksine 1400 yıldır var. Üstelik bu süreçte sürekli azınlıkta yer alıp baskı altında olan tarafta Şiilerdi. Şuan ki mücadelede İran saldırgan olan değil savunmada olan taraf. Zaten bunu Basra körfezindeki ABD üslerinin yer aldığı ülkelerden ve buna izin veren krallardan da anlamak mümkün.

Sovyet örneğini İran’ı en güzel anlatan örnek olduğunu düşündüğüm için seçtim. Çünkü ezilen toplumların kurtarıcısı olmaya ve onlara liderlik etmeye çalışmanın kendi halkınıza karşı da bir bedeli var.

YORUM EKLE