Bir Ülkenin Yıkıldı Diye Bir İdeoloji Çöktü Denemez

Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasının üzerinden 30 yıl geçti. Günümüzde pek çok sosyalist parti yada iktidarlar SSCB’nin dağıtılmasıyla beraber ABD karşısında zayıf kaldılar. Çünkü artık ağabeyleri yoktu. Bu yüzden pek çok sosyalist iktidar, ABD baskısı veya korkusuyla siyasi ve ekonomik liberalizme geçiş yaptılar. Bazıları ise Çin’e yanaştılar ve Çin tarzı sadece ekonomik alanda liberalleşmeye gittiler. Bazılarıysa politikalarından asla taviz vermediler. Ancak taviz vermeyen bu ülkeler ABD karşısındayken, büyük bir destek bulamadığı için çok ezildiler. Zimbabve, Eritre, Kuzey Kore, Küba, Myanmar gibi ülkeler ambargolar yüzünden perişan oldular.

Eğer SSCB değil de dağılan ABD olsaydı nasıl olurdu mesela? Bu sefer ABD desteği sayesinde ayakta duran ülkeler Sovyetler karşısında yalnız kalacak. Sonra siyasi ve ekonomik baskı ve korku sonrasında sosyalizme akın akın geçişler yaşanacaktı. Zaten günümüz dünyasında kapitalizmin bu kadar güçlü olmasının sebebi, bu ülkelere ABD’nin liderlik ediyor oluşu değil mi?

Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve Uzakdoğu ülkeleri (Japonya, Güney Kore, Tayvan) ABD ekonomisinden önemli miktarlarda destek almış ve bu sayede fakirlikten kurtularak zenginleşmiş, bu sayede diğer rakip sosyalist ülkelere karşı daha güçlü olmuşlardı. Eğer ABD’nin Marshall ve Truman doktrinleri kapsamındaki ekonomik, siyasi, askeri destek paketleri olmasaydı bu ülkelerde ekonomi bugün diğerlerinden daha güçlü olamayacaktı.

Çünkü bir ideolojinin, inancın, kültürün arkasında duran büyük bir ülkenin olması şarttır. Aksi takdirde küçük ülkeler rakip ideolojiye mensup büyük ülkeler karşısında zor duruma düşerler. Tıpkı şuan ki sosyalist ülkelerin başlarına gelenler gibi.

O yüzden bir ideolojinin ve o ideolojiyi takip eden ülkelerin arkasında mutlaka lider ve büyük bir ülke olmak zorunda.

Buna başka bir örnek olarak, Arap ülkelerindeki Baas Hareketini örnek gösterebiliriz. Baasçı ülkelerde Sovyet desteğine sahiplerdi ama daha önemlisi arkalarında en kalabalık Arap ülke olan Mısır vardı.

“Özellikle Kuzey Yemen İç Savaşı, Mısır’ın kralcı devletlere karşı devrimci cepheye ne kadar önemli bir müttefik olduğunun en büyük örneği. Bu savaş 1962’de Abdullah es-Sellal liderliğindeki devrimciler tarafından gerçekleştirilen askeri darbe sonucu İmam Muhammed el-Bedir’in tahttan indirmesiyle başladı. Bedir, daha sonra Suudi Arabistan sınırına kaçıp yönetimi tekrar ele geçirmek amacıyla kuzeydeki Şii aşiretlerin desteğini toplayarak karşı saldırı başlatır ve böylece o dönem kuzey ve güney diye ayrı olan Yemen’in kuzeyi iç savaşa girer. Kraliyet yanlısı güçlere Ürdün ve Suudi Arabistan askeri yardım sağlarken devrimciler Mısır tarafından desteklenmiştir. Mısır’ın o dönem 600 bin kişiden oluşan ordusunun yarısı bu savaşta yer alarak Kuzey Yemen’in de monarşiden kurtulup doğu blok’una dahil olmasını sağlamıştı ve Suudiler 1000 kadar asker kaybederken Mısır 26 bin asker kaybederek çok daha büyük bir fedakarlık örneği sergilemişti. 8 yıl süren savaştaki toplam ölü sayısı ise 100-200 bin arası bir rakamdı.(Yemen eskiden kuzey ve güney diye ayrı ülkeydi. Çünkü biri Osmanlıdan(Kuzey) diğeri İngiltere’den(Güney) farklı zamanlarda bağımsız olduğu için başlangıçta ayrıydılar, 1990 yılında iki devlet birleşerek bugünkü Yemen’i oluşturdu.) Önce Nasır’ın ölümü sonrası Mısır’ın sonrada SSCB’nin dayanışması ortadan kalkınca, diğer Baas iktidarları da kolayca yok edildiler. Önce 2003’te Irak 2011’de Libya. Şimdiyse sadece Cezayir ve Suriye kaldı.

Diyelim ki batı, Baas partilerinin tümünü yok etmeyi başardı. Peki böyle olunca Baasçılık bitmiş mi olacak? Hem de bir daha dönmemek üzere mi? Yani Araplar Baasçılığın verdiği laiklik, Arap milliyetçiliği, Arap sosyalizmi ilkelerinin üçünü birden artık düşünmeyecek mi? Yada SSCB yıkıldı diye bütün sosyalistler sosyalistlikten vazgeçecek ve komünist dünya düzenine geçme idealini bırakacaklar mı? Hayır.

Nasıl ki Osmanlı’nın yıkılmasına rağmen halen “Osmanlıyı yeniden kuracağız” diyenler varsa (Osmanlı SSCB’den çok daha önce yıkılmasına rağmen) Varşova Paktı yıkıldı diye komünizm bitti demek saçmadır. Neo-Osmanlı hayallerine kapılanların Neo-Sovyetistlerle dalga geçmesi ne büyük ironi ama?

Bir düşünün, dünyadaki bütün demokratik ülkelerin yıkıldığını. Böyle bir durumda insanların bir çoğu demokrasinin iyi bir şey olduğu fikrinden vazgeçecek mi? Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında demokratik ülke sayısı 34’ten 16’ya kadar düştü ama sonra ne oldu? Faşist ülkeler bir anda hepsi birden düştüler ve demokrasi inanılmaz bir geri dönüş yapmış oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında pek çoğu yok olan faşist ülkelere rağmen, hatta Faşizm dünya genelinde yasaklanmasına rağmen bu fikir ölmedi ve günümüze kadar farklı adlarla da olsa dünyayı inletmeye devam etti ve devam ediyor.

Burada önemli olan şu; hiç bir fikri ortaya çıktıktan sonra yok edemezsiniz. O fikir çıkmıştır bir kere kafadan ve artık bunun geri dönüşü olamaz. Asıl kritik olansa şudur, peki fikirler ölmez ama nasıl güçlenir? İşte burada başlarda anlatmak istediğim yere geliyoruz. Güçlü ve büyük bir ülkenin liderliği gerekiyor. Eğer güçlü ve büyük bir ülkenin desteği, dayanışması, liderliği olmazsa o zaman rakipleriniz sizi daha kolay ezer geçer. Tıpkı Sovyet liderliğini yitiren ülkelerin başına gelenler gibi.

Fakat güçlü ve büyük bir lider ülke varsa, işte o zaman işiniz kolaylaşır. Tıpkı İran’da 1979 yılında İslam devriminin gerçekleşmesinden sonra Siyasal Şiiliğin günümüze kadar hızla yükselmesi ve İran’ın ezilen Şii toplumlarını toparlamaya başlaması gibi. İran’da devrim gerçekleşmeden öncede dünya genelinde Şii siyasal İslamcı düşünceler vardı. Devrimden sonraysa bu düşünceler İran desteği sayesinde güçlendi. Irak ve Bahreyn’de İranvari devrim denemeleri ortaya çıktı.

Yani bir ülkenin çökmesiyle fikirleri ölmez, sadece zayıflar. Eğer ki zayıflamış ideolojiye aniden katılan büyük bir ülke olursa her şey bir anda tersine dönebilir. Mesela, Çin’de halen komünist partinin iktidarda olduğunu varsayarsak ve politikaların halen devlet başkanına endeksli olduğunu düşünürsek Mao’nun dörtlü çetesinin ideolojik takipçisi bir liderin göreve gelmesi halinde Çin, tekrar maoculuğa soyunabilir ve Çin’in takipçisi olan pek çok Asya ve Afrika ülkesi de 90’lı yıllarda yaptıkları mecburi değişimi yeniden yapabilirler.

Daha öncede Lenin, Bolşevik partiyi iktidara getirmeden önce tüm dünya sosyalistlerinde bir umutsuzluk, çaresizlik ve zayıflık hissiyatı vardı. Çünkü Karl Marks’ın söyledikleri aradan neredeyse 70 yıl geçmesine rağmen bir türlü gerçekleşmiyordu. Sadece 1871 Paris Komünü yaşanmış ama o da 3 ay sürmüştü. Fakat bütün çaresizliğe, tükenmişliğe, zayıflığa ve umutsuzluğa rağmen Bolşevikler ellerine geçen fırsatı değerlendirip başardılar ve bütün Avrupa Lenin’i takip ederek devrim denemelerinde bulundu. O dönem insanlar 70 yıl sonra beklediklerini gördüler ve pek çok kişi komünistlerle “Hani, hala sizin dedikleriniz gerçekleşmiyor” diye dalga geçiyordu. Şimdi de aynı ekipler “Hala çökmüş ideolojileri takip ediyorsunuz” diyerek dalga geçiyor.

Halbuki değişimin nereden geleceği hiç ama hiç belli olmaz. Herkes Avrupa’dan beklerken, Rusya gibi dindar ve Ortodoksluğun merkezinde ilk sosyalist devletin kurulmasını kim beklerdi ki mesela. Yada Uzakdoğu gibi çok sıkı gelenekçi olan bir coğrafyanın en kalabalık ülkesinde köy köy dolaşan Mao’nun başarmasını kim bekliyordu. Yada Küba gibi liberalizmin kalesinin dibinde olan bir ülkede devrimin başarılı olacağına kim ihtimal verebilirdi ki.

Özellikle de dünya genelinde aşırı sağın yükselişte olduğu, zengin-fakir uçurumunun zirve yaptığı, dini ve mezhepsel aşırıcılığın belirginleştiği, siyasi belirsizliklerin arttığı, ekonomik krizlerin sıklaştığı böyle bir dönemde her türlü sürprize hazırlıklı olmalıyız. Nede olsa komünizmin ve faşizmin en hızlı yükseldiği yıllar bu tür gelişmelerin ertesiydi.

YORUM EKLE